Felsefecilerin ideoloji tartışması: Marksizm fetvası… Sadık Usta yazdı
36 mins read

Felsefecilerin ideoloji tartışması: Marksizm fetvası… Sadık Usta yazdı

Birileri öyle fetva verdi diye ne felsefi akımlar ne de ideolojiler ölür! Bu yazının birinci bölümünü, şu paragrafla bitirmiştim: “Dücadene Cündioğlu konuşmalarında, Marksizmin bir ideoloji olduğunu ve dolayısıyla bütün ideolojilerde olduğu gibi, onun taraftarlarının da “felsefeye yeteneksiz” olduğunu iddia etmektedir. Ne yazık ki o da bir felsefeci olarak kavramların kökenini ve tarihsel anlamını derinlemesine incelemektense, günümüzde birçok kavram için pek moda olan sokaktaki yüzeysel tanımlarını kullanmakta ve böylece Marksizmi itibarsızlaştırabileceğini sanmaktadır.
Marksist ideolojiyi, ortaçağ ideolojileri olan dinlerle aynı kefeye koyarak bir taşla iki kuş vurmayı düşünmesi ise ne onun felsefi çabasına ne de zihinsel derinliğe yakışmaktadır.”

İDEOLOJİLER ÖLDÜ MÜ
Bu bölümde ise ideolojinin, düşünce tarihinde yerleşik hale geldiği 19. yüzyılın başlarından itibaren günümüze kadar geçirdiği anlam değişikliklerine değinilecek ve başta Karl Marx olmak üzere, Marksist düşünürlerin, kavram olarak ideolojiye nasıl yaklaştıkları ortaya konulacaktır.

Dücane Cündioğlu, her konuşmasında “Marksizmin günümüzün modern bir dini” olduğunu ve kendi içinde “değişmez dogmalara” sahip olduğunu vurgulayıp durmaktadır.

Marksist teorinin, son 150 yıllık tarihinde, somut koşullara göre yeniden nasıl teorileştirildiğini ve toplumların içinde bulundukları yeni koşulları açıklayabilmek için nasıl yoğun bir çaba harcandığını, Alman, İtalyan, Rus, Kübalı ve Çinli devrimcilerin eylemlerinde ve yazılarında görmek mümkündür.
Kuşkusuz bilimsel, sanatsal, felsefi akımlar gibi siyasal akım ve ideolojiler de zamanın aşındırıcı etkisine maruz kalırlar. Hiçbir ideoloji veya felsefi akım, ilkelerini ve tarihin zorlu sınavından geçmemiş “dogmalarını” ilk ortaya koydukları andaki gibi muhafaza etme ayrıcalığına sahip değildir. Sonuçta zihinsel ürün olan bütün felsefi akım ve ideolojiler eskir ve dönüşüme uğrar.
Bu gerçeği kavramak için, sadece felsefe tarihine bakmak yeterlidir. Dünya artık Platon’un veya Aristoteles’in ya da Descartes’ın ve Kant’ın muazzam zekice analiz ettikleri “dünya” değildir. Herakleitos’un ifadesiyle “bir derede iki kez yıkanılmaz”, “yıkandım” diyen yalan söylemiş olur. Bu tarihsel, felsefi ve bilimsel bir doğrudur. Dolayısıyla ideolojiler de ilk ortaya çıktıkları andaki ilkelerini veya “dogmalarını”, eski halleriyle geleceğe taşıyamazlar. Mevcut varlığı açıklamaya çalışan her tez, daha ilk andan itibaren eskimeye başlar. Geleceği açıklamaya çalışan her tez, hipotezdir; varlığını geleceğe taşıyamayan hipotezlerse artık görünür kılınmış dogmalardır. Her felsefi ve ideoloiz tez düşünce, her ne kadar onlar kitap sayfalarında “sapasağlam” dursalar da onların yeni koşullarda varlıklarını kanıtlamaları, zihinlerde yeniden açıklanmaları veya anlamlandırılmaları gerekmektedir.
Platon’un “İdealar katmanı” kanıtlananamıştır; ancak kanıtlanamadı diye de ne Platonculuk öldü ne de bir filozof olarak Platon unutuldu.
Düşünceler, teoriler, zihinsel tasavvurlar, birileri fetva verdi diye ölmezler. Teorilerin dokuz canlı olduklarını, tarih döne döne kanıtlamıştır. Hangimiz, her yeniden okuduğunda, Platon’un veya Aristoteles’in sözlerinden ve ilkelerinden esinlenmez veya yeni bir bakış açısı kazanmaz ki?
Kapitalist dünyanın ideologları, “Marksizm öldü” dedi diye Marksizm ölmez. Dücane Cündioğlu’nun temel hatası, bir felsefeciye yakışmayacak şekilde ideoloji terimini yüzeysel ve bir aşağılama terimi gibi kullanmasıdır.
“Marksizm öldü” düşüncesinin tam 150 yıllık bir geçmişinin olduğunu Cündioğlu ne yazık ki bilmiyor.

DEVRİMLERİN AYDINLATICI ETKİSİ
Daha ilk andan itibaren Marx ve Engels, bugün bizim Marksizm olarak nitelendirdiğimiz düşünce sisteminin, ilkelerinin ve tezlerinin öldüğüne ilişkin iddialara karşı düşünsel mücadele vermişlerdir. Marksist teori, o dönemin büyük zihinlerin düşünsel imbiğinden süzülerek oluşmuştur. Daha o günlerde “Marksizmin öldüğünü” ilan eden Profesör Eugen Dühring’e karşı Engels, 1877’de, 600 sayfalık bir kitap olan “Anti-Dühring”i yazmıştır. Bu eser, Marksizmin klasiklerinden biridir.
Yine bir Alman Marksisti olan Eduard Bernstein’ın, “Marksist devrim teorisi artık geçerli değildir” şeklindeki yazılarının mürekkebi henüz kurumadan, Şubat ve Ekim 1917’de Rusya’da, Kasım 1919’da Almanya’da; aralarında Türkiye, İran, Çin, Hindistan ve Vietnam’ın da bulunduğu Doğu halkları, 1908’den 1960’lara kadar Asya’da fırtına gibi esmişlerlerdir.
Yine sadece büyükleri saymakla yetinelim: 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız, 1848 ve 1871 Avrupa devrimleri olmasaydı, bugün insanlık hala kokuşmuş feodalizmin bağnaz ve kölelikle ilişkili bataklığında debelenip duracaktı. Bu devrimler olmasaydı, ne monarşilerin yıkılması ne de köleliğin kaldırılması mümkündü; ne kiliselerin kutsal tahtlarından edilmesi ne de ezilen sınıfların doğal haklarını kazanması; ne kadınların özgürleşmesi ne de ifade özgürlüğünün kabul ettirilmesi; ne çocuk emeğinin yasaklanması ne de sendika ve derneklerde örgütlenme haklarının kazanılması; ne seçme ve seçilme haklarının koparılması ne de cumhuriyet ve yurttaşlık bilincinin edinilmesi veya büyük aydınlanma dalgasının toplumları sarıp aydınlatması mümkün olabilir di? Bu haklar, yüz binlerce emekçinin, sosyalist düşünürün, bilim insanının, sanatçının, yazar ve filozofun canı pahasına gerçekleşti.
Ya da bugün doyasıya kullandığımız, sosyal güvenlik hakları olan emeklilik, sağlık ve işsizlik sigortası nasıl geldi sanılıyor? Hepsi bu devrimler sayesinde mümkün oldu.
Kendi ülkemize bakalım: 1876’da 1. Meşrutiyet, 1908’de Jön Türk Devrimi, 1923’te Cumhuriyet Devrimi olmasaydı, bugün hala Türkiye’yi boğma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz dinci bağnazlık, şiddet ve gericilikle kıyasıya boğuşuyor olacaktık. Üstelik bu tehlikeyi hala da atlatabilmiş değiliz. Bunların hepsi Cumhuriyet aydınlanması ve Devrim Kanunları sayesindedir.
Son yıllarda, aralarında Dücane Cündioğlu’nun da bulunduğu birçok eski İslamcıdan veya hala kendini İslamcı sayan bazı yazarlardan “keşke Atatürk daha uzun yaşasaydı” ya da “aslında Atatürk az bile yapmış” benzeri ifadeleri duymak kuşkusuz çok sevindiricidir fakat bütün bunların, hem gericilerin hem de “yetmez ama evet”çilerin lanetlemeye çalıştıkları Aydınlanmacılık, Cumhuriyetçilık, Devletçilık ve Halkçılık’ta ifadesini bulan Kemalizmle mümkün olduğunu size bile anlatamıyorsak, vay halimize!
Yeniden Cündioğlu’nun Marksizme yönelik “modern din” ithamına dönersek: Marksistler, birçok kavramda olduğu gibi “ideoloji” kavramını da günün koşullarına göre yeniden tanımlama ihtiyacı duymuşlardır. Çünkü somuta indirgenmeyen genel kavramlar sonuçta içi dolu gibi gözüken boş torba gibidirler. Hem Aristoteles hem de Kant yazılarında, felsefenin kavramlarının nihayetinde pratikte anlamlandırılıp tanımlanabileceğini döne döne vurgularlar. Örneğin, “Özgürlük”, “Hakkaniyet”, “İyi”, “Güzel”, “Dostluk”, “Cömertlik” gibi kavramların göreceli olduklarını, “neye ve kime göre olduğu” sorusunun her koşulda yeniden incelenmesi gerektiğini vurgulamışlardır.
Bu gerçek, Marksizmin teorik cephaneliğinde üretilmemiş olan “ideoloji” kavramı için de geçerlidir. Şimdi bunun tarihçesine kısaca göz atalım:

İDEOLOJİ KAVRAMININ KÖKENİ
Son 30-40 yıldır ideoloji kavramı üzerinde yürütülen tartışmanın ne kadar önemli olduğunu, Terry Eagleton, İdeoloji adlı kitabında, “Kısaca belirtmek gerekirse, postmodern düşüncenin, klasik ideoloji kavramını itibardan düşürmek için elbirliği etmiş üç temel öğretisi olduğunu ileri sürüyorum…” dedikten sonra şöyle devam etmektedir: “’…İdeolojinin sonu’ kuramcıları, bütün ideolojilerin, doğaları gereği kapalı, dogmatik ve katı olduğunu söylemektedirler; postmodernist düşünce ise bütün ideolojileri, teleolojik, ‘totaliter’ ve ‘metafizik temelli’ olarak görme eğilimindedir. Bu yolla, kaba saba bir karikatür haline getirilen ideoloji kavramı, itaatkâr bir şekilde kendi defterini de dürmektedir.”
Felsefe ve siyasi literatüre ideoloji kavramını sokan ilk düşünür, Fransız filozofu Antoine Louis Claude Destutt de Tracy (1754-1836)’dir. Tracy, “ideoloji” kavramını, sözcüğün yapısından da anlaşılacağı gibi, yeni bir bilim dalı, yani “düşüncelerin bilimi” olarak tasarlamıştır.
Aristokrat bir aileden gelen de Tracy, 1789 Büyük Fransız Devrimi döneminde hem orduda albay olarak görev yapmaktadır hem de kurucu meclisin üyesidir. Parlamentoda, birçok aristokratın aksine, kendi sınıf çıkarlarına karşı çıkarak yüzlerce yıldır aristokratlara tanınan imtiyazların kaldırılması için de oy kullanmıştır.
1793’te Paris’te tutaklanan filozof de Tracy, ancak Termidor Döneminde serbest kalabilmiştir. 1808’den ölümüne kadar önce filozof Cabanis’nin takipçisi olarak toplumda etkin bir rol oynamış, sonrasındaysa John Locke, Candillak ve Kant’ı izleyerek kendi özgün öğretisini oluşturmuştur.
Tıpkı birçok filozofun yaptığı gibi, o da “ilk felsefe nedir?” sorusunu sorarak kendi görüşlerini ortaya koymaya çalışmıştır.
De Tracy, nörologlardan yüz yıl önce, insan zihninin ürünü olan düşüncenin nasıl oluştuğunu ilginç bir şekilde şöyle açıklamaktadır: “İnsan gerçekten de ilk önce gerçek olguları izlemeye başlar; ihtiyacından hareketle de önce pratik sonuçlar çıkarır, sonra olguları ayrıştırır, tasnif eder ve onları birbiriyle kıyaslar. Bu arada binlerce yaratıcı kullanım alanı keşfeder ki düşünmenin esas sanatı da budur. Olguların ve olayların birbirinin devamı olduğunu kavramadan, bunları birbiriyle ilişkilendirmeden, kıyaslamadan, derinde yatan bağlantılarını incelemeden ve dolayısıyla bunların yasalarını ortaya çıkarmadan önce keşiflerinden dolayı mutlulukla dolar. İşte ortaya attığımız teorinin özü de bu bağlantı ve yasaların ortaya çıkarılmasından ibarettir.”
De Tracy’nin ortaya koyduğu söz konusu öğreti, yani “düşüncenin bilimi” olarak tanımladığı “ideoloji”, tıpkı biyoloji ve arkeoloji gibi, bir süre sonra Fransa’da etkin bir kavram olarak kullanılmaya ve kabul görmeye başlamıştır. Ardından da genel anlamda düşünürler için yeni bir tanım, “ideolog” kavramı geliştirilmiştir. Bu dönemde Napolyon da ideologları yanına çekmek için yazar ve düşünürlerden oluşan bir “ideologlar konseyi” tesis etmiştir. Ancak, başta de Tracy olmak üzere birçok filozof ve düşünür, Napolyon’un, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü kısıtlayan zorba yönetiminden dolayı ona karşı çıkanca, o da hem kuruluşunu bizzat kendisinin teşvik ettiği söz konusu ideologlar konseyini dağıtmış hem de filozof ve düşünürleri aşağılamak için onlara “vatansız ideologlar” yakıştırmasında bulunmuştur.
Sonraki yıllarda “ideoloji” ve “ideolog” terimleri, felsefe camiasında “Aydınlanmacı filozof” anlamında da kullanılmaya başlanmıştır.
Almanya’nın devrimci şairlerinden ve Marx’ın yakın dostu Heinrich Heine, “ideoloji” terimini, 1840’lı yılların başında olumlu anlamda şöyle tanımlamaktadır: “İdeoloji, materyalist felsefeden arta kalan köpüklü kesimden başka bir şey değildir; kuşkusuz o, eğer misyonunu tamamlayıp, etkisine son vermeseydi, korkunç yıkıcı etkisiyle, tarihin en büyük dönüşümünü sağlayabilirdi.” Yine aynı yerde yazar, şunları vurgulamaktadır: “Fransız liberalleri ve ideologlar [Aydınlanmacı düşünürler], onları kendi konumunu savunmaya zorlayan İmparator [Napolyon]’a karşı çıkarken hiç de yanlış ve aptalca bir tutum takınmamışlardı.”
Sonraki yıllarda, Napolyon’la Fransız aydın ve düşünürlerinin çatışmasını değerlendiren Hegel’in de ideologlar terimini Heine’nin tanımladığı manada kullandığını görüyoruz: “Napolyon kendi şahsi iradesini, salt şiddet gücü olarak devletin en uç cephesinde tesis etmişti; o, hem yönetmesini biliyordu hem de içteki direnişi kırabilmişti. Avukatlardan [Jakobenler], ideologlardan ve ilkeleri olan adamlardan arta kalanları da dağıtmasını bildi, ki ondan sonra da ne bir itiraz ne de tekinsizlik fakat her yerde saygı ve korku görülebiliyordu.”

MARX’TA İDEOLOJİ KAVRAMI
De Tracsy’in görüşleriyle ilk önce Hegel’den okuyaraka tanıştığını tahmin ettiğimiz Marx ise, ideoloji teriminin kökenini incelerken, yazarın ekonomik sistemler hakkında da görüşler ifade ettiğini fark etmiş ve sonrasında, bizzat onun özgün eserini incelemeyi gerekli görmüştür. Marx’ın, de Tracy’i bizzat kendi eserinden incelediğini onun Kutsal Aile ve Das Kapital’deki alıntılarından görüyoruz.
Bu arada Marx’ın “ideoloji” terimini, ilk kez 1841’de Jena Üniversite’sine sunduğu doktora tezinde kullandığını da vurgulamış olalım. Marx, 19. yüzyıldaki felsefi ve siyasi tartışmalardan bağımsız bir şekilde, Epikür’ün Pythokles’e gönderdiği ve göksel nesnelerin işlevini etik açısından tartıştığı mektubunu yorumlarken, “ideoloji” terimini “içi boş hipotezler” manasında, yani olumsuz anlamda kullanmaktadır.
Doktora tezindeki cümle ayne şöyledir: “Yaşamımızın acil sorunu, ideoloji veya içi boş hipotezlerle [oyalanmak] değil, aksine kafa karışıklığı olmadan yaşamaktır.” Marx’ın sonraki yıllarda da ideoloji terimini, yakın arkadaşı F. Engels’le birlikte Alman İdeolojisi adlı eserlerini yazmaya başladıklarında, eleştirel ve olumsuz anlamda, bir bakıma “kanıtlanmamış soyut teori”, “yanılsama”; veya Alman idealizminin [burjuvazinin] emekçi kitlelere dayattığı “yanlış bilinç” olarak kullandıklarını saptıyoruz.
Yine Marx, Ocak 1843’te yazdığı bir makalede, “ideologlar” sözcüğünü, o günlerde yaygın olan anlamında, yani “ayakları havada filozoflar” olarak kullandığını saptıyoruz: “Telaş edip durmayalım, dünyayı olduğu gibi kabul edelim; ideologlar gibi olmaya gerek yok.” Yani Marx “ideoloji”yi, Alman filozoflarının kendi geriliklerini gözden kaçırmak için, maddi hayata dokunmadan, kısacası dünyayı değiştirmeden başvurdukları zihinsel bir çaba olarak [idealist] görmektedir.
Marx’ın ideoloji terimini, onu henüz derinlemesine incelemeden kullandığına ilk yazılarında şahit oluyoruz. Örneğin Marx, “üstyapı”, “bilinç durumu” ve “ideolojik yapı” kavramlarını birçok yerde özdeş olarak kullanmaktadır.
Marx, henüz ilk yazılarında ideologları, ayakları havada olan düşünürler ya da burjuvazinin sadık savunucuları olarak tanımlarken, doğal olarak ideolojiyi de burjuvazinin “katıksız yanlış bilinci” olarak kabul etmekteydi. İlk başlarda ideoloji Marx’a göre, insanı yanılsamaya sürükleyen, kendine yabancı bir bilinç edinmeye yol açan bir kavramken, sonraki süreçte bu görüşlerinde kısmi bir değişikliğe gittiğine de tanık oluyoruz.
Örneğin, 10 yıl sonra Marx’ın, ideoloji kavramını, daha farklı ve çok katmanlı değerlendirdiğini gösteren şu ifadelerle karşılaşıyoruz: “İnsanlar, kendi düşünsel tasavvurlarını üreten varlıklardır; ancak gerçek ve etkin insanlar, üretici güçlerin koşullarıyla ve bu koşulların yarattığı ilişkilerle sınırlanmışlardır.” Demek ki toplumsal hayata katılan her insan, kendi düşünsel tasavvurlarını, “bağımsız bilinçlerini” üretme yeteneğine de sahip olmaktadırlar. Aslında insan, Aristoteles’in çok doğru ifade ettiği gibi, “düşünsel tasavvurlar üreten hayvandan” başka bir şey değildir.
Yine Marx ve Engels, Alman İdeoloji’sinde şunları yazarlar: “İktidarı elinde tutan sınıfın düşüncesi [ideolojisi], her zaman toplumda hakim düşüncedir; maddi gücü elinde tutan sınıf, aynı zamanda düşünsel [ideolojik] gücü de elinde tutmuş olur.” Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi Marx ve Engels yazılarında, hem “ideoloji” terimini “düşünce” ve “görüş” olarak hem de iktidarı elinde tutmayan sınıfların da kendi özgün görüşlerini (ideolojilerini) üretebileceklerinin, ancak henüz iktidara gelemedikleri için de kendi ideolojilerini, toplumda hakim kılamadıklarının ifadesi olarak kullanmaktadırlar. Görüldüğü gibi Marx’ın ilerleyen yıllarda, devlet organlarını ve “sivil toplum” alanlarını daha ayrıntılı incelemeye başladıkça, ideoloji teriminin düşünsel alandaki işlevini de farklı değerlendirmeye başldığını görüyoruz. En azından ideoloji teriminin, ilerleyen yıllarda sınıfsal konuma göre nötr bir kavram olarak kullanılmaya başlandığına yazılarından tanıklık ediyoruz.
1850’li yılların sonundaki yazılarında Marx, özellikle de “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın Önsözü’nde devrimlerin, yükselen yeni sınıfların, üstyapıyı da değiştirdiklerini açıklarken, “iktidara gelen yeni hakim sınıfın zorunlu olarak, toplumu yönetebilmek için kendi doğrularını ifade eden ideolojisini de toplumun tamamına kabul ettirmek için üstyapının araçlarını kullandığından” bahsedecektir. “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların prangaları haline gelirler. Bu durumda bir toplumsal devrimler çağı başlar. Ekonomik altyapının değişmesiyle birlikte, üstyapıda yavaş veya hızlı muazzam bir değişme başgösterir. Böylesi bir altüst oluş döneminde, daima maddi doğa bilimlerine uygun bir şekilde ekonomik üretim koşullarında ve hukuki, politik, dini, sanatsal ya da felsefi, kısacası, insanların söz konusu çatışmayı bilinçlerine çıkaracakları ve bunun mücadelesini verecekleri ideolojik biçimler arasındaki fark, gözden kaçırmamalıdır.”
Eğer bir yeni sınıf, üretici güçlerin gelişmesinin sonucunda, henüz iktidara gelmeden, kendi iktidar koşullarını düşünsel anlamda topluma kabul ettirebiliyorsa, o halde burjuvazi gibi proletarya da henüz iktidara gelmeden kendi ideolojisini oluşturabilecektir. Henüz iktidara gelmeden kendi ideolojisini oluşturabilen burjuvaziye görülen bu hak, proletaryaya neden görülmesin ki?
Marx’ın, ister “altyapı” ister “üstyapı” olsun, toplumları analiz edişi, tamamen diyalektik materyalist bir yöntemledir; ancak buna rağmen “ideoloji” terimi konusundaki eski “dogmasından” kalan pürüzlerden de henüz tam olarak kurtulamadığı çok açıktır, çünkü bu konuda kesin bir ifade kullanmaktan da kaçındığını görüyoruz. Bu arada Marx, felsefi incelemelerinden uzaklaşarak, ekonomi politiğin alanına çoktan yoğunlaşmıştı.
Yine Marx, Engels’le birlikte 1845’te şunları yazar: “Alman felsefesinin ideolojisine karşı kendi görüşlerimizi ortaya koymaya ve böylece eski felsefi vicdanımızla hesaplaşmaya karar verdik.” Burada da mantıklı olarak “bir ideolojiye karşı ikinci bir ideoloji” teriminin gelmesi gerekirken, Marx ve Engels, “kendi ideolojimiz” yerine, “kendi görüşlerimiz” ifadesini kullanmaktadırlar. Hakim sınıfların (aristokratlar, burjuvazi vs) görüşlerinden bahsederken ideoloji terimini rahatlıkla kullanırken, işçi sınıfının görüşlerinden bahsederken de ideoloji terimini ısrarla kullanmaktan kaçındıklarını görüyoruz.
Aslında “her hakim sınıf, kendi ideolojisini de yaratmak zorundadır” derken, “ideoloji” kavramını da herhangi bir sınıfa bağlı olmayan nötr bir kavram olarak kullanmaya başladıklarına adım adım tanık oluyoruz. Örneğin, “Aristokrasi döneminde, erdem, sadakat, yiğitlik vb. kavramlar, toplumun başat ideolojisiyken; burjuvazinin yönetim döneminde, ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ hakim ideoloji olarak inşa edilmiştir” derler. İnsan haklı olarak şu soruyu sorma ihtiyacı duymaktadır: Peki yükselmekte olan yeni sınıfın (proletarya sınıfı) ideolojisini hangi değer ve sloganlar ifade edecektir? Buralarda hep kavrayışta henüz derinleşilemediği için muğlak ifadeler tercih edilmektedir.
Buradan çıkan sonuç: Her sınıf, ki buna işçi sınıfı da dahildir, toplumda hakim kılmak istediği siyasal paradigmasını, henüz iktidara gelmeden önce de kendi ideolojik kavramlarıyla açıklamak ve bunu bütün toplumun genel görüşü haline getirmek zorundadır. Kısacası ideoloji, her ne kadar Marx ve Engels açık bir şekilde ifade etmeselar de, yazdıklarının mantıksal sonucu şudur: İdeoloji, hiçbir şekilde tarafsız, negatif ve edilgen bir kavram değildir, aksine ait olduğu sınıfın ideologları tarafından bilinçle üretir ve benimsenmesi için de toplumun genelinde hakim kılınır. Sözlük anlamına bakınca da ideoloji tamı tamına, “bir sınıfın düşünsel ilkelerinin toplamıdır.” Sınıflar konumlarını ve amaçlarını ideolojileri üzerinden ilan ederler. Ne yazık ki Marx, ideoloji kavramını derinleştiremeden, ekonomi politiğin sorunlarına yoğunlaşmış ve bundan dolayı da söz konusu kavramı hakkıyla kullanma imkanı bulamamıştır.

ENGELS’İN WELTANSCHAUUNG KAVRAMI
Marksist hareketin ilk yıllarında ideoloji kavramının, büyük bir kafa karışıklığına neden olduğu da çok açıktır. Nitekim 1890’lı yıllarda Avrupa’nın en büyük Marksist hareketlerinden olan Alman sosyal demokrat hareket de ideoloji kavramı üzerinden derin bir tartışmaya sürüklenmiştir.
Alman Sosyal Demokrat Parti’nin düşünürlerinden Franz Mehring, bu kavramın yarattığı kargaşalığı ortadan kaldırmak için henüz hayatta olan Engels’e, 1893’te bir mektup yazarak bu konunun açıklığa kavuşturulmasını rica etmiş. Engels ise son yıllarında zamanının tamamını, artık görme yetisini de önemli ölçüde kaybetmiş olmasına rağmen, Marx’ın ardında bıraktığı teorik külliyatı tasnif etmeye ve özellikle de Kapital’in geri kalan ciltlerini yayımlamaya harcamıştır.
Engels, kendisine yöneltilen bu soruya yanıt vermekten de kaçınamaz; nitekim o Franz Mehring’e, Cündioğlu’nun da twitter ortamında alıntılayarak Marksistlere karşı kullandığı o ünlü cümleyi sarfederek yanıt verir: “İdeoloji, düşünür denen kişinin bilinçle tamamladığı bir süreçtir, fakat yanlış bilinçle.” Ancak Engels, verdiği bu yanıtla, bırakalım kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı, sorunu daha da karmaşık hale getirmiştir. Engels mektubunda, “ideoloji”yi yanlış ve bir burjuva düşüncesi olarak tanımlarken aynı zamanda hayatın gerçeklerinden de kaçınamayacağı için, geçmiş yüzyılın tartışmalarıyla “lekelenmiş” olan “ideoloji” kavramının yerine, bugün de sıklıkla yapıldığı gibi, Almanca bir terim olan “Weltanschauung” kavramını kullanmış ve kullanmayı da önermiştir.
Aslında her iki terim de hem içerik hem de işlev açısından aynıdır. Bir felsefeci olan Franz Mehring’in, Engels’ten aldığı yanıttan sonraki yazılarında ideoloji yerine, “Weltanschauung” terimini sıklıkla kullandığına böylece tanık oluyoruz.
“[18]40’lı yıllarda, dünyanın büyük bir çoğunluğunun hâlâ etkisinde olduğu feodalizmin dünya görüşü [Weltanschauung], ensesinde sosyalist dünya görüşünü her an hisseden kapitalistlerin dünya görüşü tarafından yerle bir edildi.” Üç satırlık cümlede üç kez “dünya görüşü” yani “Weltanschauung” terimi kullanılmaktadır. Hem de der defasında “ideoloji” kavramının muadili olarak. Nitekim Mehring’in cümlede kullandığı “dünya görüşü” yerine “ideoloji” terimini koyduğunuzda metindeki anlamda hiçbir değişiklik olmaz. Almanlar işi biliyorlar, her yabancı terimin yerine kendi dillerinde yeni bir terim yaratmak konusunda ünlüdürler.
Anlaşılan Cündioğlu da, aradan 150 yıl geçmesine rağmen, ilk dönem Alman Marksistlerin izinden giderek “ideoloji” terimini bir aşağılama olarak kullanmakta, fakat konuşmalarında sıklıkla “ideoloji” yerine “dünya görüşü” ve hatta hatırladığım kadarıyla Almancasını da telafuz ederek “Weltanschauung” demektedir. Peki, aralarından en küçük bir anlam farkı olmamasına rağmen Cündioğlu neden “ideoloji” sözcüğünü bir küfür gibi kullanırken, onun muadili olan “dünya görüşü”nü tercih etmektedir? Çünkü Marksizm’e vurmak bir modadır ve Marksizme ve ideolojilere vurduğunuzda, sıradan insanları avlamak daha kolaydır da ondan.
İdeoloji terimini lügattan silmek isteyebilirsiniz, fakat onun muadili olarak kullanılan “dünya görüşü” ifadesini, yani sınıfların “Weltanschlauung”unu ortadan kaldıramıyorsunuz.
Aslında burada, göçebe tarzı yapılan felsefenin kavramsal sefaletiyle de karşı karşıyayız. Kronik kuşkuculukla, bırakalım kavramları hakkıyla tanımlayıp kullanmayı, sağlam bir bilgiye de sahip olamıyorsunuz. Nasıl ki göçebe, herhangi bir uygarlık birikimi ya da kültür varlığı inşa edemiyorsa, kronik kuşkucular da varlığın somut bilgisine sahip olup kavram inşa edemiyorlar.
Varlık, sürekli değişken olduğu için, kronik kuşkucu mevcut bilgiyi yadsımak zorundadır. Bilgi sabittir ve tanımlanabilirdir. Eğer siz her şeyden kronik olarak kuşku duyarsanız, hiçbir zaman bilgiyi de sabitleyemezsiniz. Bilgiye ulaştığınızı söyleseniz bile onu bir başkasına aktaramazsınız.
Kavram, bilgilerin soyutlanmasından çıkar. Güvenilir bilgi yoksa, kavram da yaratamazsınız. Kavram yoksa, ilke de inşa edemezsiniz. İlke yoksa, değer de yaratamazsınız. Çünkü değer, varlığın niteliğinin tanımından başka bir şey değildir. Tanımsa, yeniden bilgiden hareket etmek zorundadır. Değer, varlığın niteliğinin ölçüsüdür ve ölçü de ancak mevcut bilgiyle anlam kazanır. Kısacası, göçebe tarzı felsefe, bilgi kuramında da sağlam ayaklar üzerinde duramamaktadır. Sürekli yer değiştirmek zorunda olduğu için de biraz önce söylediğini birkaç dakika sonra reddetmek durumunda kalmaktadır.

PLEHANOV’DA İDEOLOJİ KAVRAMI
Sosyalist saflarda ideoloji teriminin tanımıyla ilgili tartışma tabii ki kesintiye uğramadan devam etmiştir.
Kavram sorunu, kendisini yeniden siyasal ve felsefi tartışmalarda hissettirdiğinde, konuya el atan bu kez dönemin büyük Marksist teorisyenlerinden G. Plehanov olmuştur.
Marksizm saflarındaki bilgi kuramına ilişkin tartışmalara Plehanov, 1908’de yazdığı Militan Materyalizm adlı kitabıyla katkıda bulunur. Plehanov şunları yazar: “Fiziksel dünyanın sosyal olarak örgütlenmiş deneyin ürünü olduğunu anlatan felsefe [Fransız materyalistleri], Marksist anlayışa uygun sonuçlara varmaya ötekilerden daha yeteneklidir… Biz sıradan Marksist değiliz, biz üstün Marksistiz. Sıradan Marksistler şöyle diyorlar:‘insanların ekonomik ve sosyal ilişkilerince koşullanmış temeller üzerinde onlara uygun ideolojiler doğmaktadır.’ Biz süper Marksistlerse şunu ekliyoruz: ‘sadece ideolojiler değil, fiziksel dünya da doğuyor.’ Okurun gördüğü gibi biz, Marx’tan daha fazla Marksistiz ve bu, hiç de küçümsenecek bir değer değil! Elbette abarttığımızı düşünüyorsunuz, ama boşuna. Sözlerimde en ufak bir abartma yok!”

LENİN, LUKACS, GRAMSCİ’DE İDEOLOJİ KAVRAMI
Plehanov’tan sonra ideoloji terimini, “her toplumsal sınıfın kendine has felsefi ve siyasal düşüncesi” olarak kullanan yine bir başka Rus Marksisti olan W.I. Lenin olmuştur. Lenin’den sonra da önce Macar düşünür George Lukacs ve onun ardından da İtalyan devrimcisi Antonio Gramsci, “ideoloji” kavramını kökten inceleyen düşünürlerin başında gelirler.
Lukacs Tarih ve Sınıf Bilinci adlı eserinde ideolojiden, “proletaryanın ideolojisi” olarak bahsederken, Gramsci ise Hapishane Defterleri adlı eserinde, “farklı sınıfların doğal olarak farklı ideolojilere sahip olduklarını ve her sınıfın, toplum üzerinde kültürel hegemonya kurabilmek için kendi ideolojisini inşa etmek durumunda kaldığını” vurgulamıştır. Gramsci’nin teorisinin merkezindeyse “ideoloji” değil, ideolojiden daha geniş anlamda kullanılan “hegemonya” kavramı bulunur. Gramsci’ye göre hakim sınıflar, toplum üzerindeki hakimiyetlerini, devlet zorunun yanı sıra, alt sınıfların rızalarını kolaylaştıran ideolojik aygıtlar üzerinden sağlarlar. Eğitim kurumları, yasalar, örf, adet ve gelenekler, din ve inançlar sistemi, söz konusu ideolojik araçların en önemlilerindendir. “İktidara gelmek isteyen devrimci sınıflar da, eskiden burjuvazinin yaptığı gibi, kendi özgürlük ve eşitlik taleplerini, ideolojik aygıtlar üzerinden toplumun genel talepleri haline getirmelidirler.” Nitekim Marx’ın 1859 yılında yazdığı metinlerden hareket eden Gramsci, yurttaşların, toplumsal çatışmalardaki konumlarını, ideolojiler üzerinden kavradıklarını söylemiştir. Gramsci’ye göre, olağan yaşam koşullarında kendi toplumsal bilincine ulaşamayan ezilen sınıfların aydınlanması, ancak onların ideolojik donanımlarını sağlayacak olan “organik aydınlar” üzerinden gerçekleşebilirdi. Çünkü emekçinin sıradan ve kendiğindenci bilinci, hakim sınıfların gelenekler üzerinden topluma kabul ettirdiği bilinçti.

LOUISE ALTHUSSER’DE İDEOLOJİ KAVRAMI
İdeloji kavramını geçtiğimiz yüzyılın 70’li yıllarında ayrıntısıya inceleyen ve onu devrim mücadelesinin önemli alanlarından biri haline getiren Marksist düşünürlerden biri de Fransız filozofu Louis Althusser’di.
Althusser, Devletin İdeolojik Aygıtları adlı eserinde ideoloji kavramına yeni bir boyut kazandırır. Ona göre “ideoloji, toplumsal formasyonu meydana getiren üç ana düzlemden (Ekonomik düzlem, Politik düzlem ve İdeolojik düzlem) biridir.” Dolayısıyla “ideoloji, klasik anlamda ekonomik altyapının bir uzantısı değil, nispeten özerk ve sınıfların iktidara gelmek için inşa edecekleri ilkeler silsilesidir.”
Althusser’e göre ideoloji, eski ekonomist anlayışa karşıt bir şekilde, sınıf mücadelesinin ihmal edilmemesi gereken önemli alanlarından biridir. “İdeoloji kitlelere, sadece bilinç taşımaz, aynı zamanda belirli somut koşullar altında, emekçileri tarihin öznesi haline getiren bir rol de oynar.” Bu bakış açısıyla yaklaşıldığında ideoloji, Marx ve Engels’in ilk yazılarında ifade ettikleri gibi, burjuva sınıfının mistifikasyon aracı değil, aksine her sınıfın kendi bilincini oluşturduğu düşünsel sistemlerden birine dönüşmektedir.
Althusser bunu şöyle ifade eder: “Hiçbir sınıf, devletin ideolojik aygıtları içinde ve üstünde kendi hegemonyasını uygulamadan devlet iktidarını sürekli olarak elinde tutamaz. Devletin ideolojik aygıtları, yalnızca sınıf mücadelelerinin kazancı değil, fakat sınıf mücadelelerinin ve çoğunlukla da amansız sınıf mücadelelerinin alanı da olabileceklerini anlamamız gerekir.”
Yine Althusser söz konusu eserinde, devletin ideolojik aygıtlarının işlevini şöyle açıklar: “Devlet, teorisini geliştirmek için, yalnızca ‘devlet aygıtı’ ile ‘devlet iktidarı ayrımını değil, fakat açıkça devletin (baskı) aygıtının yanı sıra onunla karşılaştırılmaması gereken bir gerçeği de göz önüne getirmek gerekir. Bu gerçeğe kendi kavramının adını vereceğiz: ‘devletin ideolojik aygıtları’.”
İdeoloji kavramı üzerine yaptığımız bu kısa gezintiden de anlaşılacağı gibi, Marksizmin ideoloji kavramı, Cündioğlu’nun yaptığı gibi, öyle Engels’in kısa bir cümlesine indirgenecek kadar basit ve yüzeysel değildir. Neticede kavram, Marksist saflarda uzun ve derin bir tartışma tarihine sahiptir. Marksist gelenek, çok önem verdiği ideoloji kavramının, özellikle son 50 yıldır, oldukça örselendiğinin ve bunun üzerinden bizzat Marksizmin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının da bilincindedir.
Ancak şunu bir kez daha vurgulamakta yarar var ki son 30 yıldır dillendirilen “ideolojiler öldü” şarkısı, geçici bir modadan ibarettir. Ayrıca derinlemesine incelendiğinde, bu söylemin kendisinin de okkalı bir hakim sınıf ideolojisi olduğu görüleecektir.
Neticede İnsanlık tarihi, devrimci sınıfların her yenilgisinin ardından bu ve benzeri moda söylemlere tanıklık etmiştir; ancak gelecekte de görüleceği gibi, ezen-ezilen çelişkisi devam ettiği sürece, sıfatları ve talepleri ne olursa olsun, devrimci sınıflar, yeniden yerlerinden doğrulacak, özgürlük ve eşitlik ideallerinin ölmediğini bir kez daha ideolojileri üzerinden göstereceklerdir.

Sadık Usta

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir